16 Ekim 2010 Cumartesi

7 Ekim 2010 Perşembe

geçici (?) adres değişikliği

tumblr daha bir sempatik geliyor gözüme bu aralar. http://bokkafa.tumblr.com adresindeyim, oraya da beklerim. bok yine aynı bok.

8 Eylül 2010 Çarşamba

geçmişe mazi

ben de çok sevmiştim ulan! en sıkıcı tasvirlerdeki kadar çok. sonra beni sevmemeye mecbur kıldın. en ucuz tabirle terkettin beni. benden önce ankara haberdar olmuştu ayrılık kararından. puslu, sisli havası... kar bile yağmıyordu kışın orta yerinde. en lanet günüm olduğuna yemin edebilirdim sonrasındaki ilk bir ay, herhangi bir zaman dilimi içinde. sonra her ne olduysa, ki gerçekten birşey falan da olmadı, rahatlık hissetmeye başladım. demek ki ilişkide bir yanlışlık vardı, demek ki ayrılık iyi olmuştu. ama yine de üç senenin sonu bu kadar basit gelmemeliydi. "aşkın ömrü üç yıldır" safsata olmayabilir miydi? bu dandik sonun ardından düşünmemeye başladım bir süre sonra mecburen. beynim sağolsun sürekli birşeyler bulmaya, anlık panik krizleriyle yaşamaya alıştırdı beni. yavaş yavaş aşmaya başladığım bu sorunumun sorumlusu da elbette sendin, sen olmalıydın çünkü daha mantıklı bir açıklamam yoktu; hala yok ki! ankara'nın en açık havasında dahi bu kadar çok yıldızı göremeyeceğim bir yerdeyim. kendi içimde ele alırsak mutlu bile sayılabilirim. bilimum korkumun temelinde yatan ölüm korkusuna siktir çekerek zil zurna sarhoş olan arkadaşlarımın yanına dönüyorum şimdi, ilaçlarımı bıraktığım zaman zil zurna sarhoş olmayı dileyerek.

not : bu post 30 ağustos gecesi denize nazır şezlongumda kaleme alınmıştır.

20 Ağustos 2010 Cuma

kenarında, kıyısında

"ne var ne yok?" "iyilik, sağlık." kullandığım antidepresanlar hiç de beklediğim gibi toz pembe bir hayat sunmadı bana. evet tedavi ediyor, esas meselemi hallediyor ama birçok kişiden duyduğum o "tepkisiz insan", "herşeye güleceksin" vs. düşünceleri balon çıktı. hala çok nadir gülüyorum anlayacağınız. eskişehir'deydim 3-4 gündür, bugün döndüm ankara'ya. yazları sıkıcı eskişehir, hem sıcak hem boş. uzun zamandır yapmadığım birşey yaptım ben de evde. film izledim. "yaşamın kıyısında" uzun süredir izlemek istediğim bir filmdi. nurgül yeşilçay'ın en iyi performansı bence. bir birol ünel olmasa da başroldeki oğlanı da tuttum. başta bölümler öncesindeki "yeter'in ölümü" misali duyuruları saçma bulmuştum ama insan sonu beklemeye başlıyor ve daha bir sarıyor bu sanırım, bu sebepten başarılı sayılabilir o fikir de. görüldüğü üzere film konusunda da ahkam kesiyorum, beceremiyorum derli toplu bir yazı yazmayı bunu farkettim. ilaç dedik, film dedik, eskişehir tespiti yaptım. toparlamakta sıkıntı çekiyorum işte şimdi. demek ki neymiş? bilmiyorum.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

sadık karadeniz'le ortak noktam

adı sadık karadeniz olan zatın burnuyla kaval çalma pozunu verirken içinde bulunduğu ruh hali, bloga başlarken hissettiklerimle aynı sanırım. farklı olmalıydı, özgün olmalıydı; garip olmalıydı belki de biraz. sonra durdum "ulan farklı olsun, garip olsun derken kendim olamıyorum galiba" diye düşündüm kendi kendime bir süre sonra. klavyenin başına oturup mecbur olmadığımı bildiğim halde birşeyler karalamaya zorlarken buldum kendimi. kişisel blog yazarken, hele bir de isimsiz bir şekilde yazarken yapılması gereken en son şey sanırım. bu blog benim her gün, her hafta ya da her ne süreçte ise işte; yazı yetiştirmem gereken bir yer değil. rahat olmak gerekiyor, rahat yazmak, içinden geldiği zaman yazmak. şimdi içimden geldi.


antidepresanlara başladıktan sonra hemen pamuk gibi olmayı bekliyordum açıkçası. düzenli bir kullanım gerekirmiş meğerse etkisini görebilmek için. okuyan biri olursa şimdi bunu "ne antidepresanı yahu sadık karadeniz'le ne alaka şimdi?" sorusu gelecek aklına. genel anlatım biçimim bu nedense, sondan başlayıp, oraya buraya da bulaştıktan sonra neticelendiririm. en çok annem kızar buna. "böyle olduğun sürece insanlar seni dinlemez oğlum." der. yanılmasını umarım her defasında çünkü insan dinlenmeyi sever. antidepresan... evet. genel tanım olarak anksiyete dedi doktorum; beklenti kaygısı, endişe, panik. hayatıma müdahele etme şiddeti arttıkça sıkıntım da arttı. artan sıkıntılar istediklerimi yapmama engel oldu. uyuyamama, uyumak istememe ve daha nice sıkıntı getirdi. onun yüzünden birçok şeyden mahrum kaldım. mahrum kalmaya devam edecektim, "yeter artık" demeseydim. ilaçlara başlayalı 3 gün oldu. psikolojik meselelerde başlamak yolun büyük bir kısmı, bunu öğrendim. psikiyatriste gitme başarısını gösterdiğim için uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum. belki tedavi uzun sürecek ama olsun, öncesine göre içim rahat. kendimi türk doktorlarına ve kimyasallara emanet ettim, bekliyorum artık. blogun daha aktif olması temennimle bu postu sonlandırayım.

25 Temmuz 2010 Pazar

istanbul

istanbul'a iki kere gittim. ikisinde de yapmam gereken bir takım işler vardı ve gezme gibi bir fırsata erişemedim. yani o bir taşına acem mülkü feda edilecek istanbul'u hala bilmiyorum. cem karaca'nın sorduğu "bana istanbul'u anlat, nasıldı? şehirlerin şehrini anlat, nasıldı?" sorularını şimdi ben de soruyorum. sırf meraktan ha. bir fırsat bulup arşınlayacağım şehr-i istanbul'u, bilhassa sultanahmet'i. umarım.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

internette kadın olmanın getirileri

kadın olmak zor, buna bir erkek olarak ben de katılıyorum. "basit düşünmek lazım bazen" demiştim geçen, hangi kadın benim kadar rahat yapabilir çişini? herşey kabul ama internette kadının avantajı var arkadaş. sarkan adamlar, askıntı olanlar falan; bu değil bahsettiğim. bir blogun varsa daha çok takipçin olur mesela. ben bir kadın olsaydım eğer, eminim o zaman bokkafa olmazdım, bu yazdığımı okuyan insanlar olabilirdi. deviantart sayfamın ziyaret sayısı şimdikinin 4 katı olabilirdi. formspringimdeki soruları cevaplamak için asistan tutmak zorunda kalabilirdim. sözlüklerde bir sürü yalakam olurdu, nick altım dolar taşardı. özendiğimden ya da istediğimden değil, sadece bir tespit. gel elini vicdanına koy, söylediklerim doğru. sözün özü şudur : kadınsanız blog, twitter, formspring, deviantart vb. platformlarda daha çok takip edilirsiniz. ha bu arada... fazla sigaranız var mı?